ted in SİNEMA SANATÇILARIMIZ
.::Civan Canova: “Keşke o derece dağıtmasaydım” diye düşünürüm hala… Öte yandan, o derece dağıtmasaydım, şu anki “beni” oluşturabilir miydim acaba?”::
1) Çocukluk yıllarınızdan kısaca bahseder misiniz? Sanata ilginiz hangi yaşlarda başladı?
Civan Canova: Sinemanın büyüsü benim jenerasyonumdaki çoğu çocuğu etkilemiştir. Hayatımızın bir parçasıydı filmler. Sinema salonları televizyondan daha cazipti, çünkü ülkemize henüz gelmemişti televizyon. On iki, on üç yaşlarımdaki halimden söz ediyorum. Evimize televizyon 1970 yılında girdi. Bir daha da hiç çıkmadı. Bin iki yüz liraya almıştı anneannem, Almanya’dan bir tanıdık vasıtasıyla gelen siyah beyaz, Grundig televizyonu. 1970 sonrası, sinemanın büyüsü, giderek yerini başka şeylere bıraktı. Kokusunu hala özlemle hatırladığım o salonlarda, seks filmleri oynatılmaya başlanmıştı benim ilk gençlik yıllarımda. Sinema vitrinleri, üçüncü sınıf porno dergilerini çağrıştıran tuhaf afişlerle kaplanmıştı artık. Kız arkadaşlarımızla önünden geçerken utanarak başımızı çevirirdik. Belki yapımcılarına iyi para getiriyordu bu filmler ama bana soracak olursanız bir neslin ahlak erozyonuna uğramasına neden olmuştur. Sonra eğitim ve kültür seviyesi de giderek düşmeye başladı maalesef. Neyse ki bazı ustalar azimle doğru filmler yapmayı sürdürmüşlerdi. Bunların başında da Yılmaz Güney geliyor elbette. Bir yanda bol etli, sevişmeli, içeriksiz filmler, öte yanda Yılmaz Güney’in, Atıf Yılmaz’ın, Şerif Gören’in, Zeki Ökten’in, Yavuz Özkan’ın ve daha birkaç yönetmenin çabaları. Benim meslek hayatımdaki ilk şansım Mahir Canova’nın oğlu olmaktı. Tiyatro dünyasının içine doğdum. Tiyatroya saygıyı, disiplini babamdan öğrendim. İkinci şansım da Kartal Tibet olmuştur. O da annemin ikinci eşi ve kardeşlerimin babasıdır. İlkokul yıllarında, elinde Karaoğlan kılıcıyla koşturmak her çocuğa nasip olmaz. Babam beni oyun provalarına, Kartal ağabeyim ise film setlerine götürürdü. Babam ayrıca Radyo Çocuk Saati’nin de yönetmeniydi. Hafta sonları radyo evine giderdik, canlı yayına. Arada ben de iki üç cümlelik roller oynardım. Böyle bir çocukluk süreci geçiren birinden de doktor, hukukçu ya da mühendis çıkmaz kuşkusuz. Ve hayatımdaki üçüncü şansım Yılmaz Güney’i tanımak ve onun “Arkadaş” filminde rol almak oldu. 1974 yılıydı. On dokuz yaşımdaydım.
2) Sinema ve dizi kariyeriniz öncesinde sağlam bir tiyatro geçmişiniz var. Okul yıllarınızdan ve oyunlarınızdan bahseder misiniz?
Civan Canova: Ankara TED kolejini bitirdim. Sonra da konservatuara girdim. Konservatuara girmeyi çok önceden hesaplamıştım zaten. Hatta sırf bu yüzden İktisat fakültesini kazandığım halde, iki ay sonra kaydımı sildirdim. Çünkü babam istemiyordu tiyatrocu olmamı. Bunu alenen söylemese bile, tavrıyla ve benin geleceğimle ilgili söyledikleriyle belli ediyordu. Tiyatroda başarılı olamazsanız çok mutsuz olursunuz. Başarı ise görecedir. Genelde tiyatrocular pek beğenmezler meslektaşlarını. Merkezde hep kendileri vardır. Çocukluğumdan beri gözlemlediğim bir durumdur bu. Tiyatro yapmak mutlu eder insanı ama tiyatro gerisi pek de mutlu geçmez çoğunlukla. Sanırım babam da benim mutsuz olmamı istememişti. Ama vazgeçmeyeceğimi anlayınca kabullendi. Oysa aynı duyguları kendi babası da ona yaşatmış. Laf aramızda ben de çocuğumun tiyatrocu olmasını istemezdim. Konservatuara girdikten sonra babam hocam oldu. Çok değerli hocalarımız vardı. Cüneyt Gökçer, Bozkurt Kuruç, Semih Sergen, Yücel Erten, Sönmez Atasoy, Can Gürzap, Muammer Çıpa, Özdemir Nutku gibi. Hepsi çok özel insanlardı ve ustalarımız olarak deneyimlerini aktardılar bizlere. Bizler de elimizden geldiğince onlardan kendimize, kendimizce birer sentez oluşturmaya çalıştık.
3) Sinema kariyeriniz nasıl başladı? Hatırlıyorsanız, ilk set gününüzü anlatır mısınız?
Civan Canova: İlk set günümü çok iyi hatırlıyorum. 1974 yılının temmuz ayıydı. Yazlığımızın bulunduğu Kumburgaz’da çekiliyordu film. Yani öyle evden çıkıp ekiple buluşmak, servis arabasına binmek falan yoktu. Setçi ağabeylerden biri eve ya da kumsala gelip haber verirdi çekim var diye. Ben de kalkıp sete, yani iki ev öteye giderdim. Oyun gibiydi yani. Hatta bu işi profesyonel olarak yaptığımı, filmin bitiminde Yılmaz ağabeyin, “Git yazıhaneden paranı al.” demesiyle anlamıştım. İlk günkü sahne şöyleydi; Evin hizmetkârı Halil (yani ben) bahçe hortumunu takarken, uzaktan kendisini izleyen Azem’i (yani Yılmaz Güney’i) görür, tedirgin olur. Bir süre bakar ve aynı tedirginlikle eve döner. Benim tedirgin bakmamama imkân yok zaten. İlk kez kamera karşısındayım ve kameranın arkasında Yılmaz Güney, asistanı Şerif Gören ve onların arkasında da bütün mahalle. Annem, anneannem, Kartal ağabeyim, arkadaşlarım ve en önemlisi kız arkadaşım… Titreye titreye oynadım artık. Benim o halim, filmdeki karakterin olması gererken haldi zaten. Başka bir sahnede dezavantaj olabilecek durum, rol sayesinde avantaj haline geldi. Sonra alıştım sete. Kamera önünde olmaktan haz almaya başladım. Hala da çok haz duyuyorum oynarken. Normal ve insani şartlarda elbette… Yoksa şu anki dizi setlerinin şartlarından, değil haz almak, o şartlarda oynamak bile bir mucize.
4) Tiyatro kökenli genç bir oyuncu olarak, sinemada ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Civan Canova: Çok zor şartlarda çalışılıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde, bırakın bir oyuncuyu, hiçbir insanı on sekiz, yirmi saat sette çalıştıramazsınız. Ama bizde oluyor işte. Yapımcıların oyunculukla ilgili pek kafa yormadıklarını düşünüyorum. Bizler genellikle naif, duygusal insanlarızdır. Birbirimizi yerken ne kadar cesur ve ataksak olumsuz şartlar karşısında o derece sessiz ve sinik kalırız. Tiyatrodan gelen bir alışkanlıktır bu. “Tiyatro bir mabettir ve her şartta yapılması gerekir.” diye öğretilmiştir bizlere. Bu fikir tartışılır elbette ki, ben de kısmen karşıyım bu öğretiye. Bizim bu iyi niyetli alışkanlığımız, insanların “bunlar her şartta çalıştırılır” diye düşünmesine neden olmuştur. Öte yandan iki saatlik bir diziyi beş altı günde nasıl yetiştireceksiniz? Zamanla yarışıyorsunuz. Bu şartlarda kendimi bir oyuncu olarak göremiyorum maalesef. Yetiştirilmesi gereken bir ürünün yan maddelerinden biriyim. Bir sakız ya da bir resimli romanın mürekkebi. Çiğnendikten sonra ya da okunduktan sonra atılacak. İşte o kadar. Gene de enerjimizin son noktasına kadar oyunculuğumuzdan ödün vermemeğe çalışıyoruz. Çoğul konuşuyorum çünkü meslek arkadaşlarımın büyük bir kısmı benim gibi düşünüyor. Ve ferdi çabalarla hiçbir yere varamayız. Belki günü ve kendimizi kurtarırız. Ama bu iş hakkaniyetle, uygar ve çağdaş bir biçimde yapılacaksa eğer, sendikalaşma gerekli diye düşünüyorum.
5) Çalışma disiplini açısından kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Rolü üzerine düşünen bir oyuncu muydunuz yoksa her şey sette başlayıp sette mi bitiyordu?
Civan Canova: Elbette düşünüyorum. İşi sete bırakırsanız çuvallarsınız. Örneğin şu anda çalıştığım dizinin iki sahnesi çekilecek yarın ve benim toplam dört cümlem var. Bugün tatil günümüz. Sabahtan beri, yarın çekilecek olan o iki sahneyi düşünüyorum. Hatta size cevap yetiştirirken bile kafamın bir bölümü orada. Ne kadar şikâyet edersem edeyim, seviyorum yaptığım işleri. Yalnızca şartların düzelmesini istiyorum. Bu da en insani hakkım sanırım.
6) İzleyicilerimiz sizi ağırlıklı olarak yazdığınız, yönettiğiniz ve oynadığınız tiyatro oyunlarınız ile televizyon dizilerinden tanıyor. Lakin ilk sinema filminiz olan Yılmaz Güney’in Arkadaş adlı filmi ve ardından gelen Nehir adlı filminiz ile de sinemaseverler tarafından takdir topladınız. Bu filmlerle ilgili anılarınızı ve sizin için ne ifade ettiklerini anlatır mısınız?
Civan Canova: “Arkadaş” ilk filmim. Ondan bahsettim az önce. Henüz konservatuara girmemiştim o film çekilirken. Sanırım 1974 Temmuz sonunda bitti film. Ağustos ayı başında Yılmaz ağabey tutuklandı. Siyah beyaz televizyonda, haberlerde verdi olayı ve Yılmaz Güney’ in tutuklandığını. Ağladım televizyonun başında. Geriye döndüm, baktım anneannem de ağlıyor. Oysa daha iki gün önce sahilde vedalaşmıştık. O arabasının içindeydi, ben bisikletle geliyordum karşı sokaktan. Durup camı açmış ve başımı yakalayarak kendine çekmiş, yanaklarımdan öpmüştü. Biliyordum Adana’ ya gidip yeni filme başlayacaklarını. Üçüncü filminde de beni oynatmayı düşünüyordu. Ama ben konservatuara girecektim ve yasaktı okulda okurken dışarıda çalışmak. Eylül ayında ben konservatuara girdim. Okula girdiğim sıralarda Yılmaz ağabeyi Ankara, Mamak cezaevine naklettiler. Okulumuza yakındı cezaevi. İki dolmuş durağı arası vardı. Sanırım iki ya da üç kez ziyaret ettim Yılmaz ağabeyi. Biz daha da görmedim. Eşiyle karşılaştık otuz küsur yıl sonra, Gümüşlük’ de… Tanıdı beni. “Ne kadar yaşlanmışsın” diye hayret etti. İnsanları hep son bıraktığımız haliyle hatırlarız ya, Fatoş abla da beni on dokuz yaşında görmüştü en son. Ve o an elli dört yaşındaydım. Onunla sohbet ederken hep o yıllara gittim. On dokuz yaşımın temmuz ayını yaşadım sanki yeniden, anbean… Sonra 1977 yılı geldi çattı. Konservatuardaki üçüncü yılımdı. Şerif Gören’ in çektiği “Nehir” filminde oynanmamı istediler. Daha doğrusu Kartal ağabey senaryo yazımına katkıda bulunuyordu ve beni uygun görmüştü o role. Gene temmuz ayıydı ve okul tatildi. Müjde Ar, Tarık Akan ve yaşıtım oyuncu arkadaşlarımla çok güzel günler geçirdik Hasankeyf’de, Side’de… Tam bir ay… O da ilk filmim gibi yarı oyun, yarı tatil gibi gelmişti bana. Tam profesyonel olamamıştım henüz. Ya da kaşarlanmamıştım diyelim.
7) Ödüllü bir oyuncu olarak, “keşke oynamasaydım” dediğiniz ve “keşke o filmde ben de oynasaydım” dediğiniz filmler var mı?
Civan Canova: Okulu bitirip İstanbul’a geldiğimde hayatın hiç de baba parasıyla yürümediğini anladım. Devlet tiyatrosu sanatçısıydım artık. Yıl 1979. Annemin evinde kalıyordum ama yirmi dört yaşına gelmiştim. Kendime bir düzen, yeni bir hayat kurmak istiyordum. Çocukluğumdan beri en büyük hayalim, kendime ait çalışma odası olan bir evde yaşamaktı. Ankara’ da otururken, anneannemle ayın odayı paylaşırdık. Arkadaşlarım geldiğinde onu kibar yollu kovalardık odadan. Ya da ben sınava hazırlanırken ya da ders çalışırken, hiç uğramaz, salondaki kanepede uyurdu geceleri. Dedim ya, o yıllardan beri hep hayal ederdim bir çalışma odamın olmasını. Ama İstanbul’daki ilk yıllarımda da bu şansı yakalayamadım. Ev kirası, aldığım maaşı aşıyordu. Anne baba yardımı ise ancak günü geçirmemi sağlıyordu. Bu arada, ortama uymuş, meyhanelere de hesap açtırmaya başlamıştım. Akmasa damlar misali, birkaç filmde rol aldım o yıllar, bütçeme katkı olsun diye. Tecavüzcü genç, zengin, şımarık çocuk rolleri oldu mu beni arardı Temel Gürsu ağabeyimiz, yaz aylarında. Hem tatil yapar, hem film çekerdik. Oysa temiz yüzlüydüm o yıllarda. Hiç de öyle itici bir görüntüm yoktu. Sonra kendimi perdede izlediğimde beğenmiştim oyunumu. Mutlu olmuştum. Hiçbir film için, “keşke oynamasaydım” diye düşünmedim. Ama o yılların serkeşliği ve içki düşkünlüğü nedeniyle iki kez set iptal ettirmiştim. Biri Zafer Par’ın, diğeri Temel ağabeyin setiydi. Seksenli yıllardı. Arada hala aklıma gelir ve utanırım. Şu anki meslek anlayışıma ve kişiliğime yakıştıramam o durumları. “Keşke o derece dağıtmasaydım” diye düşünürüm hala. Öte yandan, o derece dağıtmasaydım, şu anki beni oluşturabilir miydim acaba? “Keşke o filmde ben oynasaydım” diye düşünmedim hiç. Ama “keşke bir on yıl kadar önce toparlansaydım ve o otuzlu yaşlarıma güzel oyunlar, güzel ve kalıcı filmler armağan etseydim” diye düşündüğüm zamanlar oluyor. Neyse ki kırklı ve ellili yaşlarımda yakaladım bu şansı. Kırklı ve ellili yaşlarıma hediye ettiğim birçok oyun, film, dizi oldu. Yetmişlerimi görebilirsem, geriye dönüp gururlanabilirim onlarla.
8) Sitemiz sinemamızın Üçüncü Adam’ları, emektarları üzerine bir site. Bizler çalışmalarımızda sıklıkla, onların hak ettikleri değeri göremediklerinden bahsediyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Civan Canova: Maalesef göremiyorlar ve maalesef çok sömürülüyorlar. Bizler şanslıyız bir derece. Her ne kadar şartlardan şikâyet etsek bile, az çok para kazanıyoruz bu işten. Yan oyuncular boğaz tokluğuna çalışıyor. Bir kısmı da fark edilip daha iyi roller kapmak umuduyla yapıyorlar bu işi. Oysa bu bir hayal… Sinema bir sektör ve her meslek grubunun fertleri ancak kendi bünyesinde var olabilir. Sigortaları yok, güvenceleri yok. Sette bir kaza olsa, haklarını savunacak hiçbir kurum ya da kimse yok. Bazen sete gelip saatlerce bekledikten sonra çalışmayıp geri gönderiliyorlar. Setlere gelip giderken ve çalışırken gördükleri muamelenin de pek hoş olduğu söylenemez doğrusu. Kanımca her meslek grubu iyice belirlenmeli ve onların haklarını savunacak birimler oluşmalı.
9) Türk Sineması’nın dününü ve bu gününü değerlendirir misiniz? Sizce sinemamız neredeydi, şimdi nerede?
Civan Canova: Sinema konusunda ahkâm kesecek kadar yetkin değilim. Salonların dolması hoşuma gidiyor, yüreklendiriyor beni. Bazı filmlerin iyi gişe yaptığını ama kalitelerinin düşük olduğunu söyleyenler var. Ben aynı kanıda değilim. Bu bir sektör ve de çarkın dönmesi gerek. Artık insanlar sinemaya gidiyor. Salonlar ikiye, üçe, dörde bölündü belki ama seyirci de artıyor giderek. O kalitesiz denilen filmleri yapanlara – ki ben hiç de öyle görmüyorum – teşekkür etmemiz lazım belki de, sinema sektörünü yeniden canlandırdıkları için. Her çeşit film yapılır. İsteyen istediğine gider, bu kadar basit. Televizyonları yüzlerce diziyle doldurmaya benzemiyor bu iş. Sinemanın canlı tutulması gerekiyor. Bizim gençliğimizin seks furyasına da benzemiyor. Belki o filmler de “isteyen gitsin, istemeyen gitmesin” mantığı ile yapılmıştı ama seyircinin ayağını kesmişti sinemadan. Başka bir deyişle, bindiği dalı kesmişti yapımcılar. Şimdiki durum çok farklı… Ama gene de gönül isterdi ki bir Nuri Bilge Ceylan’ı bize Avrupa hatırlatmasın. Kendimiz keşfedelim değerlerimizi. Ve onları da hak ettikleri yerlere taşıyalım.
10) Civan Canova olarak, hayal ettiğiniz yerde misiniz? Sitemiz aracılığı ile bu mesleği yapmak isteyen okuyucularımıza söylemek istedikleriniz var mı?
Civan Canova: Hayal etiğim yerde miyim, bilemiyorum ama bir çalışma odam var artık. Basılmış kitaplarım duruyor çalışma masamın raflarında. Severek oynadığım filmlerim var. İzleyebiliyorum istediğim zaman. Ve de en önemlisi, çocukluk düşlerimi süsleyen tiyatro kulislerinde ve film setlerindeyim hala. Bunları düşündükçe şükrediyorum tanrıya, otuzlu yaşlarımda beni yanına almadığı için. Belki biraz geç adam oldum ama kendimce oldum biraz galiba.
Bir sonraki konuğumuz: Tuna Arman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder