8 Nisan 2012 Pazar

Namık Kemal'den Abdulhak Hâmit'e






Kardeşim  Hâmit'im,

15 ekim 94 (1879) günlü mektubunu aldım. Baha Bey ile gönderdiğim mektubu, önceki ayrıntılı mektubuna verilecek karşılık yerine bir haber gibi sayıyorsun da, "meğer o kadar ayrıntılı bir mektuba, iki satır ile yetin­mek zorunda imişsin" diyorsun; oysa, benim o zamanlar bulunduğum du­rumu bilmiyorsun. Elimde ne mektubun kaldı, ne adresin; sözde Avrupa'ya kaçacak imişim; yok, daha bilmem ne halt edecek imişim... Milletvekil­lerinin ne denli dokundurması varsa, hepsini ben yazar imişim; sözün kısası simyayı gerçekten üstlenmiş bir yaratık imişim de her biçime girer, her yer­de bulunur, herkese karıştırıcılık öğretir, elektrik akımından hızlı, Neccar'-dans güçlü, basından gelme olağanüstü bir güce iye olmuşum. Başka bir şeye canım sıkılmaz; bana yazından (edebiyat) sakladığım birkaç mektubu yitirttiler de ona patlarım.

Nesteren'i gördüm; fakat ne yalan söyleyeyim beğenmedim; beğen­medikten başka üzüldüm de. Beğenmediğim, seçtiğin konudur. Corneille'in Cid'i, Avrupa ahlâkına özgüdür; çünkü Efgan'da, üstelik de İslâm ülkeleri­nin bir yerinde, bir padişah, bir şehzadeye tokat vurmaz; vursa da, bir tokattan çok acıklı bir olay yaratacak bir konu oluşamaz. Bir kız, kocasım şehzade de olsa, beriki sultan da bulunsa öyle zifaf gecesi öldürmez. Neş­ter en'in her türlü dolantısı (entrik) Avrupa'ya özgü düşlemelerdendir. Bu konunun kişileri, ister uyarlama biçiminde yazılsın, yine Firenk olmalı idi! Üzüldüğüm yer de, anlatım biçimidir. Sen de mektubunda söylüyorsun ya, hece ölçüsüyle bir yapıtın yazılmasını Magosa'dan ben öğütlemiştim. Uğraştım, yapamadım; ola ki bir başkası yapar, ben de onu öykünürüm dedim. (Yapıtlarımda, çoğunlukla yeni yeni şeyler gördüğüne aldanma; benim öykünme gücüm, yaratmadan çoktur.) Sen çalıştıktan sonra anla­dım ki olmayacak. Deneyin, benim deneyimin eşi oldu. Olayları anlatmak (narration) gerektiği gibi, insan yine Acem yollu ve zincirleme tamlamalarkullanma, üstelik de eylem ve ilgeçleri kullanmama zorunda kabyor. Yalnız bu yolda yazılan şiirin, şiir olduğu, duyguların coştuğu zamanlarda görü­nüyor. Nesteren'in birçok yerinde o denli güzel parçalar var ki insan okur­ken kendinden geçiyor. Kimi yerleri de, anlatımca İçli Kız'dan aşağı, özel­likle bir kat çapraşık kalıyor. Benim bugün vardığım anlayışa göre bu yol da, yalnız lirik yoluna gelecek; örneğin Osman Paşa üstüne bir marş söy­lemiştim ki başlangıcı şudur:

Pilevne'deyiz,  askeriz,  şanlıyız,

Çatal yürekliyiz, çifte canlıyız,

Demir vücutluyuz,  ateş kanlıyız,

Hem Osman Paşa'lı,  hem Osmanlı'yız.



demiştim. Ekrem bir Şarkı'smda,





Veda'  etti,  kılıcını  kuşandı,

Gözlerimden kanlı yaşlar boşandı,

Bu  gidiş  bir  ayrılığa  nişandı,

Haberini yâ Rabbi alır mıyım,

Yoksa gider ardında kalır mıyım!



Yine o, bir diğer Şarkı'smda,



Son baharın zevki hoştur

Tut  elinden yâri  koştur,

Kendini düşünme boştur;

Tut elinden yâri koştur.



demiş; diğer bir geveze de,



Bir   avuç  kan  esirgenmez,

Buna şudur budur denmez,

Ninelerin  eti yenmez,

Haydi vatan imdadına!



Başka  bir Koşma'smda,


Edepsizlikte tekleriz,

Kimi görsek etekleriz,

Hak'tan da yardım bekleriz,

Ne utanmaz köpekleriz!



Vatanın girdik kanma,

Leke getirdik şanına,

Hepimizin b .. camna,

Ne utanmaz köpekleriz!



demiş; bir başka geveze de, bir Destan'mda,



Rumeli hiç bize mazi mi olur,

Millet o belâya râzî mı olur,

Mahkemede Bulgar kadı mı olur,

Buna mümkün müdür tahammül etmek!

diyor. Bak ne denli güzel, ne denli etkili sözler, hepsi lirik.

Sözün kısası, ola ki sonra inancım değişe, şimdiki sanıma göre, bu hece ölçüsüyle de, Türkçede istediğim yolda bir tiyatro oluşabileceğine inan­cım - hem kendimden, hem de senin çalışmandan edindiğim deney ile - bü­tün bütüne kalmamış oldu. Bugünkü düşünceme göre, bizi, istediğimiz şiiri söylemekten alıkoyan şey ölçü değil, uyaktır; çünkü dilin anıklığı, "efa'il-ü tefa'il" ölçüsünde şiire ne denli aykırı ise, redifsiz uyak bulmaya, kırk kez daha aykırı. Tutsak bulunduğum sırada, uyağı bırakarak ölçüyü seçme yolunda bir çığır açmak istedim. "Bahr-i tavil" ile uğraşmağa baş­ladım. Ona da "mefâ'ilün fe'ilâtün fe'ilât" yolunu uygun gibi gördüm. Anasından gözü perdeli doğmuş bir körün dünyayı gördüğü zaman duya­bileceği sevinç denli kıvançlarla, övünçlerle doldum, iki üç sayfa yazar yazmaz gördüğüm dünyanın, düş türünden olduğu belli olmağa başladı. Parlak oluyor, fakat gerçeğe ve doğaya benzer olamıyor. Ziya Paşa, Moli-ere'in Tartuffe'unu hem hece ölçüsüyle, hem de uyaksız çevirmişti; fakat bilmem, nedense, ölçüsünde, on bir yerine, on heceyi seçmiş. Birçok yerleri çok güzel olmuş ise de, düzyazıdan ayrılamaz olmuş. Sanırım, o da, çeviri kötülüğüdür.

Özetle, ben Arap ölçüsünde uyaklı uyaksız her yola girdim. Türk ölçüsünde de öyle. Türkçenin, tiyatroya uyacak şiiri, uyaksız bir Arap ölçü­sü seçmekte midir, ya da bizim hece ölçüsünün uyağını kaldırıvermekte midir, zihnimde bir karar veremedim. Ekrem ile, buna, Nesteren'e falana değinen bir uzun konumuz (sözümüz) var. Bittiği zaman, sana da gelir; fakat o bitinceye değin sen de bir kez ölçüleri, uyakları karıştır... Uyaksız yolları çok daha dikkatle karıştır. Türkçede dramatik şiir söylemeye hangi yolu daha uygun görürsen bir anlatım (narration) yap gönder. Umarım ba­şarırsın. (...)

Sana daha ağırbaşlı bir iki söz söyleyeyim. Ordularımızın bozgunundan bu yana gövdem gömüt, tinim ölü durumu aldı. Söylediğim sözler Münkir ve Nekir meleklerine verilen karşılıklar denli zorunludur. O sırada söyledi­ğim: "Âdeme her feyz vatandan gelir" dizesi ne büyük gerçektir. O zamana dek her neye çalışırsam istekle çalışırdım. Şimdi ödev duygusuyle çalışıyorum. Kemal'in elinden hemen düşmek üzere olan kalemi - yurdu yolunda şehit olmuş bir sancaktarın başı ucuna dikilecek bayrak gibi - düşkünlük topra­ğından kaldıracak iki kardeşim var ki Ekrem ile sensin! Tanrı'ya ait büyük mahkeme pek yüce, tarihin gerçek yargısı çok uzaktaysa da, ikisinin önünde de benden sonra siz sorumlusunuz. Yurt bugün yazından gördüğü yararı, askerlikten başka hiç bir şeyden görmedi. Şinasi öte dünyaya göç etti. Beni, önünüzde görüyorsanız çaba gösterin. Sizden kan istemiyorum; çünkü, çok kolay vereceğinizi bilirim. Birkaç damla mürekkep istiyorum. Bana usanç geldiği bir zamanda, yazınımızı, îrfan Paşalar, falanlar gözünde küçültmeyin. O yüce gönüllü Sait'in, o bilgiç Mithat'ın eline bırakmayın. Beni de hiç bir şeyle uğraşmıyor sanmayın ki, size birçok artçı yetiştirmeye çalışıyorum. Belki, bir iki arkadaş da yetiştirebilirim.

Bu üzüntüm, bu bezginliğim içinde bile, gerek vatana ve gerekse yazma hizmet yolunda yazdığım şeyler, hepinizden çoktur, çünkü her hafta en az dört yüz satıra varıyor.

"Lazımsa" gazelini gördüm. Ne yalan söyleyeyim, yine beğenmedim. ( ...) Senin suçsuz gazeline karşı durmam, bütünüyle "zamana bağlı ve her ikilisi (beyit) bir kitapla açıklama bekler" olduğundandır, burasını bir kez daha yinelerim. (...)

Ağabeyimiz bize hem bir yandan alçakgönüllü davranıyor, bir yandan da örneklik edebilecek şiirler yazıyor diyeceksen, buna hakkın olamaz, çünkü düzyazı ile, üstelik de hece ölçüsüyle her dilediğiniz şeyi benim kadar, kimi kez de benden güzel yazıyorsunuz, fakat, örneğin bir tiyatro planı düzenlemekte benim kadar deneyiniz yok. Onun gibi, eski yolda şiiri, yeni yolda şiirden ayırıp da, her birini bir başka türlü bezemeyi, deneysizlik ne­deniyle, benim kadar başaramıyorsunuz. ( ...)

Mithat Paşa'nın siyasa anlayışında az değil, oldukça çok ölçülülük vardır, fakat gönlünün büyüklüğü o ölçülülüğü birçok gözden gizliyor. Hem güçlü, hem de iyi niyet tutsağı. Yöneticilikle ilgili sorunlara - deneyini göz önüne alarak - çözüm yolu bulmayı bayağı başarabiliyor. Ülkemizde gör­düğüm ünlüler arasında, zekâ ve değerce o güçte kimse yoktur desem yalan olmaz. Ün ve değer görmenin, öyle bir zekâyı, öyle bir yönelişi ne denli verimli kılacağı açıklama istemez. Görüp geçirdikleri, yaradılıştan danışma eğilimi ve özellikle kendisine sunulan düşünceleri değerlendirmede yetisi yine bir yanda dursun, benim için de, sanırım aklı erenlerin hepsi için de, "Ulus kurtulursa, Mithat Paşa elinde kurtulur." sözü, genellikle geçerli sayılmıştır.


Aman, Ahmet Vefik Paşa için akılları durduracak bilgisi olduğunu nereden çıkarıyorsun da, niteliği delilik bilgini iken yerine bilgi delisi deyi­mini kullanıyorsun. O adam Fransızca öğrenmiş, gerçi güzel öğrenmiş, İngilizce de bilir ve onu da güzel bilirmiş. Çok kitap okumuş. Az çok belleği güçlü (mektubum buraya geldiği sırada bırakmıştım, şimdi yeni başlıyo­rum, dinle), belleği güçlü olmaktan çok düşlemi güçlü, güçlü değil bayağı coşarak yoktan (önceki harfin noktasını çift oku, ister tek)6 sorun, dahası bilgi, daha daha - fırsat bulursa - kendine özgü dünya yaratmaya kalkışıyor. Günümüz şairlerinin birisi, Paşa'nın Efendilik sanıyle Millî Eğitim Bakanı bulunduğu zaman, durumun tuhaflığına bakarak, hakkında:


Suk-ı-bazarı ederken gerdiş        Nahvet-i kibr ile zanneyler imiş
Av'aviyyât-ı kilâbi alkış                  Ayıya da yakışır ya bu reviş

              Ayı amma ne ayı, ormanın

               Koymadı kırmadığı bir yanın

demiş idi. Biz bu şiire karşı durduk, fakat, saklayamam, karşı duruşu­muzun en önemli noktası ormanın, yanın nakaratının k (kaf) ile «'si (nun) arasında bir birlik olmadığı ya da başka bir deyişle uyakça birbirine uy­madığı idi. Düşüncelerde, o zamanın bilgicinin değeri, uyaktan bile aşağı olduğundan, kendisini sonra düşünmeğe başladık. Millet Meclisi Başkan­lığına geldiği zaman parlamento dizgesiyle ilgili tek sözcük bile bilmediği, işleriyle, sözleriyle, kısacası her durumuyle eksiksiz ortaya çıktı. O zaman şairlerin hakkını teslim ettik. Ben gençliğimde, ondan büyük şartlatanlar görmüştüm, üstelik kimilerine de kapıldım. Yaş nedeniyle geçirdiğim de­neylere güven! O adamcağız, bilgi yönünden, Fuat Paşa'nın dediği gibi, "Darmadağınık kâğıtlar dolu bir sandıktır." Ahlâk yönünden Şinasi'nin dediği gibi "Karşı koy ki tanınmış olasın" kuralını kendince "Tanrı'ya inandım" kuralına uydurmuş bir yaratıktır. (Şimdi senin hatırın için, san-duk ile mahluku uyak yapacağım diye dilimi bozamam.)

"Ahmet Vefik Paşa'ya, yiyiciliğe, dalkavukluğa, en çok hangi görev uygun ise, o görevi vermeli, çünkü o adam dalkavuk, yiyici, yalancı değil." demişsin. Ne kadar da yanlış araştırmışsın. Dünyayı araşan o adamdan dalkavuk, o adamdan yalancı kimseyi bulamazsın diyebilirim. Dalkavuktur, çünkü dalkavukluğunu gözüm ile gördüm. Fuat Paşa yükselme durumunda ve kendisi Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) Başkanlığında iken, ayvazlarından çok, Fuat Paşa'ya dalkavukluk ederdi. Bir gün, Meclis'te hazır idik. Fuat Paşa'nın gevezeliği bilinen bir şey... Bir "mazmun" söyleyecek oldu. Ora­da bulunanlardan biri de karşılık verdi. Beriki yaratık, az kaldı, hepimizin boğazına sarılacaktı. Ne demek imiş, Sadrazam Efendimizin sözüne karşılık verilir mi imiş, falan mı imiş? Önceden söylenmiş ikililerden (beyit) birisi­dir,  dikkat  et:

Bulmaz yemezdir ekseri erbâb-i-iffetin

Gördük zamanenin nice perhiz-kârını

Senin Paşa'n da, o yolda perhiz edenlerdendir.

Yoksa, aslında yiyicidir. Hem eski yiyicilerin hepsine rahmet okutacak denli yiyicidir; çünkü, Bursa denetmenliğini bilmezsin. Bir kez Bursalılara git de sor, ne yapardı. "Ahmet sana hükmetti. Yüz lira vereceksin." derdi. Herif vermek istemezse, aman efendim falan diyecek olursa, iki yüz liraya, üç yüz liraya çıkardı. Sonra tutuklar, istediği parayı alırdı. Bir de şimdi Maliye takımına sor, o paralar ne oldu? Efendi nasıl urfen7 öğrenimi gördü ise, öylece urfen harcadı. Maliyeden sorulduğu zaman, "işte o kalemde hep­si de içindedir." karşılığından başka söyleyecek söz bulamadı. însaf olun­malı ya, yiyici değildir dediğin adam, bir on yıldan çok beş bin kuruş aylık ile köşesine çekilmişti. Babasını bilmem, fakat amcasını Gelibolu'da gör­düm. Bulgaroğlu derler, züğürt bir Rum'dur. Düşkünlük günlerinde ken­dini ne ile geçindirir idi?

Paşa'n çok yalancıdır, üstelik o denli yalancıdır ki Ziya Paşa gibi za­manımızın en büyük zekâlarından sayılmış ve oldukça okumuş tartmış bir kişiye, "Ben Bursa kentinin yarısından çoğunu kızak üstüne almış da geri çekmiştim." demişti. Gerçekten doğru söyler, gerçekten kavrayışh bir başka dostuma da, İran'a giderken, kuşların, gökyüzünden bir köye inerek, tırnaklarıyle bıçak kapıp birbirleriyle döğüştüklerini gördüğünden söz etmiştir.

Ne gerek, eğer şu kadarcık bilgisi, şu kadarcık namusu olsaydı, şu kadarcık onuru olsaydı, bir sözcüğünü bile bilmediği bir sorunun içine girip de, Millet Meclisi Başkanlığını kabul etmek, Millet Meclisini dağıt­mak, Anayasa'da Bakanlar Kurulu Başkanlığı (Riyâset-i-vükelâ) yerine açıkça başbakanlık (sadâret) öngörülmüş iken - iyilik için de olsa - Anayasa'-nm hükmünü kaldırırcasına Bakanlar Kurulu Başkanlığına gelmek, Bakan­lar Kurulu Başkanı iken hiç bir neden olmadan Süleyman Paşa'yı tutuk­latmak, yine Bakanlar Kurulu Başkanı iken Mahmut Nedim Paşa'ya rah­met okuturcasına "Koşturur, oynar idi kukla gibi fareleri" ezgisiyle, büyük bir tutkusal titreyişle ta Rahova'ya, ta Bosna'ya varıncaya dek günde bir görevli atamak ve hele hele uğursuzlukları artıran başkanlığı zamanında Kaynarca'ya rahmet okutan Ayastafanos antlaşması gibi bir tez belânın ve ertelenmiş yazgının altına imza koymak biçiminde, "süt be süt", anadan babadan, soydan soptan Osmanlı olan bir köylünün bile uygun bulmaya­cağı kötülüklere, kırk iki günlük bir Bakanlar Kurulu Başkanhğı için kat­lanmazdı.

Haydi, yalancılığı, yiyiciliği sana bağışlayayım. Devleti, bugün bulun­duğu tehlikeli duruma getirenlerden biri ve özellikle o tehlikeli durumu, resmen imza altına alanlardan birincisi Vefik Paşa iken dalkavuk, ya da adı­nın ebcet hesabiyle aynı olan "melun" olduğundan kuşkulandır mı? Öyle bir adamın eline bir yana kapılanma hakkı verilirse, devletin başı acaba n« denli belâlara uğrar?

Bu denli dırlanıp durduğum, Mithat Paşa ile onun arasında bir karşı­laştırma yapma olanağının bulunmadığını göstermektir. Mithat Paşa da senin sandığın gibi değildir. Tersine, dalkavuk, yiyici, yalancı olmayan bir adam var ise odur. Kendini hiç bir görevde tutamayışı, bu türlü nitelikleri bulunmayışından, özellikle dalkavukluğun, üstelik de yeğnice siyasanın yapısına uymadığmdandır. Durup dururken kaba oluverir. Cömertliği görülmemiş derecededir. Ahmet Vefik Paşa ne denli sahte ise, beriki o denli sadıktır, inan kendi deneyimle söylerim sana.

Mithat Paşa istanbul'da olsaydı, bellidir ki, "Londra tasarısı" ret olunmazdı. Konferansı dağıtan Meclis-i Umumi üyesi ve belki o işin ger­çek durumunu iyice bilenlerdendim. Konferansı dağıtanlar bunu savaş için yapmadılar. Batı dünyasından inanca aldılar da öyle dağıttılar. Orta yerde apaçık bir kanıt duruyor. Konferans dağıtıldı. Sırplılarla Karadağlılar, aman dileyerek af istediler. Amaç savaş olsaydı, Avrupa Hıristiyan top­luluğu, iki Hıristiyan hükümetine, İslâm'ın başkentine özür diletecek denli baskı  yapar mıydı?

Konferans gittiği (dağıtıldığı) zaman, biz, İngiltere'de bir başka kon­ferans yapılacağını ve o konferansın sonucunda devlete kimi öneriler gele­ceğini bilirdik. Meclis-i Umumi'nin kabul ettiği öneriler, protokolün kap­samış olduğu önerilerden daha sert idi. Protokol umulmadık bir yeğni du­rum ve beğenilmişlikte geldi. Niçin ret olundu diyecek olursan, Mithat'ın Zübdetü'l-Hakâyık'ım al, dikkatle oku! Ona neden, kamuoyu imiş. Ethem Paşa budalası ise, gerçekten söz anlamaz denilecek denli çılgındır.

Savaşa nedenin Mithat Paşa olmadığı, adı geçenin Avrupa'da iken bakanlara gönderdiği mektupla da bellidir. O mektubun aynı, birçok kez yayımlandığı için, sanırım şimdiye değin senin de eline geçmiştir.

Çocuk!.. Sana bir şey söyleyeyim mi ? Beni kendine ta Magosa'da iken kaleminin gücüyle bağlamıştın. Şimdi, düşüncenin gücüyle de bağla­maya başladın. Yok, gerçekten mi kalemi elimden alacaksın? Gerçekten mi geleceği görmekte benimle yarışacaksın ? Haydi yarış, kıskanmam, kıvanı­rım. O kutsal özgürlüğün birimiz şehidi, birimiz gömüt taşı oluruz. Ne zaman olsa birbirimizin başı ucunda bulunuruz. Yukarıdan beri yazdığım şeylerin bütününden anlamışsındır ki, istanbul'da iken bulduğum şeyleri, birkaç yü sonra da olsa sen de Avrupa'dayken tıpatıp buluyorsun. Bizim eski Türk inanışında çifte yürekli adam olurmuş yollu bir atasözü vardır. İlgiler, fa­lanlar zamanında o atasözünü düşünürdüm de, acaba düşler gerçeğe mi varacak derdim. Şimdi senin durumunu düşündükçe, çifte yürekli Alî Bey yerine çifte kafalı Kemal-Hamit mi ortaya çıkacak diyesim geliyor. Bu dü­şünceme bir neden ararsan, elbette yukarıdaki anlatılanlarda görürsün.

Biraz da ben açıklayayım: Vefik Paşa Ayastafanos antlaşmasını kabule zorlanmış değildi. Bir insan ne denli ezici güç altında olursa olsun, annesinin, özellikle annesinden kutsal olan vatanının göğsüne hançer dayamakta nasıl zorlanmış olabilir. On sekiz yaşında bir çocuk gibi,

Bir can değil mi basma çalsın sipihr-i-dûn

Bilmem nedir bana bu kadar imtinan-i mevt

diyemez mi ? Annesinin, yurdunun yok olmasının nedeni olmadan önce iki parmağını atıp da, kendi boğazını yerinden koparamaz mı? Biz, dünyada yaşıyoruz, fakat yalnız can için mi yaşayacağız. Canımızdan değerli bir şey olduğunu duyamayacak mıyız? Tanrı, İslâmiyet, ulus, yurt biz yok oluncaya değin kuruntulardan mı sayılacak... Vefik Paşa düşüncesinde bulunanlar için, o kutsal düşüncelerin hepsi kuruntulardan sayılmıştır. Böbürlenircesine çıkarlarını elde etme yolunda, kutsal yurdu gömüt, kutlan­mış Kabe'yi putlar evi görmeye dayanabilirler; ama ben o inançta değilim, sen o inançta değilsin. Terbiyeli denilen "hamiyyet" sahipleri o inançta değil. Hele gençlerimiz, çocuklarımız, özellikle çocuklarımız denli bile dün­yanın gidişini bilmeyen insancıklarımız, köylülerimiz hiç o inançta değil. îbrefte Reşat'ın dediği gibi "Vallahi, billahi Firenk olmayacağız.", özellik­le billahi, vallahi, tallahi Moskof olmayacağız.

İnsan nasıl zorlanırmış da Moskof'u istanbul'a sokmak için antlaşma imzalatırmış! Elinde kafa kıracak bir taş, ağzında kol ısıracak bir diş bulun­maz mıymış ? Sübhâne'l-kadirü'l-kayyum... Allah için şu heriften söz etmeyi bırakalım, sinirime dokunuyor.

Safvet Paşa onun gibi alçak değildir, Ayastafanos antlaşmasına imza koyan o idi, ancak sen çok iyi bilirsin ki, öfke ile korku arasında bir büyük ayrım vardır. Vefik alçaktır, Safvet korkaktır. Bununla birlikte, hepsinin Allah belâsını versin.

Artık siyasadan bıktım. Birkaç kelime de bizim gönül sevgilisi ya da başka deyimle can sevgilisi olan yazından söz açmak istiyorum:

Ekrem Bey, yeni yeni birçok şiirlerin olduğundan söz eder. Geçen pos­tada yazmıştım. Onları bana göndermemekteki ince anlam nedir?

Ekrem'in Nestereû üstüne olan düşüncelerine karşılık yazmışsın. O da acaba niçin bana gelmiyor? Araya birkaç lakırdı da ben karıştırmak is­tiyorum. "Gerçeğin ışığı, düşüncelerin çarpışmasından doğar." sözü, elbet sence de doğrudur. Zamanın koşulları, evreni yıktıktan sonra, belki birkaç ikili ile şu yalan dünyada kalıcı olabilecek bir "terbiye/yazın" temeli kur­mayı başarabiliriz.

Mektuplarını pek kısa kesiyorsun! Yalnız, bu karşılığı uzayan mektu­bun biraz uzunca idi. Magosa'da bulunduğum sırada seni ben aradım. Yazışmaya başladım. Yazdıklarımın karşılığı gelsin gelmesin ben uzun uzun mektuplarla sataşır dururdum. Şimdi sen de benim o zamanki kuralıma uysan, acaba ne zarar olur?

Baki dua.

Kardeşin Kemal

(Namık Kemal'in Husûsî Mektupları II, haz. Fevziye Abdullah Tansel, TTK Ya. 1969, s. 375)

Neccar (marangoz)la anlatılmak istenen   marangozluğa aşırı düşkün olduğu bilinen II. Abdülhamit olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder